Yazar olmak yazmak mıdır, yoksa okunmak mıdır kitlelerce.
Beğenilmek midir, yoksa yalnızca içini dökmek midir satırlara?
Beğenilme çabasında doğallık yok olur, içten gelen yazılınca da başkaları anlamaz çoğu zaman.
İşte olay içinden geleni başka insanlara sevdirebilmekte... Yani yüreğini başkalarına duyurabilmekte...
15 Şubat 2010 Pazartesi

Such a lonely day
And it's mine
The most loneliest day of my life
Such a lonely day
Should be banned
It's a day that I can't stand
The most loneliest day of my life
The most loneliest day of my life
Such a lonely day
Shouldn't exist
It's a day that I'll never miss
Such a lonely day
And it's mine
The most loneliest day of my life
And if you go, I wanna go with you
And if you die, I wanna die with you
Take your hand and walk away
The most loneliest day of my life
The most loneliest day of my life
The most loneliest day of my life
Life
Such a lonely day
And it's mine
It's a day that I'm glad I survived
Alttaki yazıyla alakalı bişeyler yazmak istedim nedense. 15 Şubat'ta yalnız sevgililer günü geçirme triplerine giricem neredeyse. Ama hiçbir gerçek aksini kanıtlayamaz 'The most loneliest day of my life'. Bugun mesaj atmassam bi daha da atmam zaten. İçim hiç bu kadar acımamıştı 3 haftadır. Neden insan böye acı çeker? Keşke olsa Eternal Sunshine Of the Spotless Mind'daki gibi. Tüm paramı verirdim heralde sil baştan başlamak için ona, hayata, onsuzluğa...
PS: Resimdeki tema yalnızlık belki alakasız bulanlar olur diye belirtmek istedim. Öyle yalnız ki bi başına binio.Benimki de tam deli karı blogu oldu..
Such a Lonely Day

Önceden canım sıkkın olduğunda dışarı çıkardım, bir başıma anlamsız şeyler yapar, kendimi rahatlatmaya çalışırdım. Artık bloguna sarılanlardan oldum ben de. İnternet bağımlılığı böyle birşey heralde. Ders kaydı yapıcam bahanesiyle sabah 10 dan akşama kadar net başında olmak, tüm gün facebookta onun adını aratmak, aptal sitelere üye olup onun hesabını açmasını beklemek, sahte skype adresi alıp kabul edilmeyi beklemek...
Yüzyüze görüşemeyince ve herşeyin bittiğini anlayınca ne yaptığını bilsem başım göğe ercek sanki. Bir an önce kendime bunu kabul ettirmeliyim. Bitti artık. Zaten hiç olmaması gerekirdi. Ama yine de acıtıyor insanın canını hiç konuşmamak, görüşmemek, hangi cehennemde olduğunu bilmemek. Zaten unutmak onun hiç aklına gelmemesi değildir , aklına geldiğinde ne yaptığını merak etmemek, araştırmamaktır. Bu güne kadar iyiydim ama bu aralar çok afalladım. Yani zamanla geçer sanarken ben zamanla kötüye gidiyorum. İstanbula gidince bir nebze düzelicem, biliyorum. Ama yine de akıyor gözyaşlarım, ıslatıyor yastığımı seni özlediğim gecelerde...
Candan'la da kapatıyım dedim bu saçma yazıyı.
14 Şubat 2010 Pazar
Californication

İlk bakışta sıradan bir dizi gibi görünüyor aslında, izleyenler bilir.Hele ilk 10 dakikasını izleyine "Sex and the City" tadında gibi gelmişti. Ama sonradan beni bağlayan bişeyler buldum dizide. Birbirini çok sevmek ama birarada mutlu olamamak, yeni bir şehre alışmaya çalışmak, yani 'Califoniyalaşmak', mutsuzken yazamamak, sexe yönelim ve unutma çabaları. Ayrıca bir ailenin kopma sürecinde yaşadıkları. Yani erotik öğeler içeren bir dizi olsa da, senaryonun muhteşemliğiyle bezenince ortaya süper bir sonuç çıkmış.
Olayı olay yapan esas adam Hank tabi. David Duchovny profesyonelliğini göstermiş ve X-Files'dan sonra her rolde oynayabildiğini ispatlamıştır. En çok da dizideki ayrıntılar çekti dikkatimi. "God hates us all", Hank'in yazdığı ve çok satan kitabı. İzleken o kadar çok okumak istedim ki o kitabı. Sonra küçük çaplı Google araştırmamda öğrendim ki, bir de Slayer albümü varmış "God hates us all" adında.. Kitabın "A crazy thing called love"adında filme uyarlanması da Hank'i üzer.Ama ne yalan söyliyim o filmi izlemeyi de gerçekten çok istedim diziyi izlerken.Benim bazı kurgulara çok gerçekçi gözle bakmamdan mıdır bilmem ama hayatın kendisiymiş gibi sanki Californication.
Evet, hayatımda her gün başkasıyla yatan adamlar, çok ünlü yazarlar, karısının sevgilisinin 16 yaşındaki kızıyla yatıp bunu kimseye anlatamayan kişiler, toparlanmaya çalışan aileler yok ama uçuk noktaların bile normal olarak yaşanması diziyi doğal yapıyor belki de. Herkese tavsiyem, 3 sezonu izlemeseniz bile ilk 10 dakikasını mutlaka seyredin, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
CEDRIC

Aaah ah! Çocukluk anlılarım, yaşama sevincim..Gerçekten 8 yaşındaysanız hayat çok güzelmiş. Dertsiz tasasız cumartesi sabahları sabah saat 9'da kahvaltı yaparken Cedric seyrederdim. Hep cumartesi olduğu için mutlu olduğumdan mıdır bilmem, ne zaman hatırlasam bi huzur dolar içime..Annesi ve babasıyla atışmaları, dedesine olan hayranlığı ve Chen'e olan aşkı."Üzümlü kekim, doğu incim"...Hiç unutmuyorum bu replikleri..
Chen de ne çirkin kız bula bula onu mu buldun derdim hep kendi kendime.Resmen kızın gözü yoktu.Ama öyle karşılıksız sevgiyi başka hiçbir filmde, dizide görmedim. Bir insan diğerini 8 yaşında herşeyini kaybetme pahasına da olsa sevebilir mi? Sonra aşkım, sevgilim, hayatım değil "üzümü kekim". Sevdiceğine üzümlü kekim diyen birinin nasıl bir art niyeti olabilir ki? İşte gerçek sevgi de budur. Öyle bir sevgidir ki, 8 yaşında dünyayı Cedric için güzel kılan tek kişi Chen'dir.
Her aşk hikayesinde her masum insanın başına geldiği gibi, Cedric karşılık bulamaz bir türlü aşkına. Christian denen zengin piçi hep Chen'i etkilemeyi başarır, Chen hep boynu bükük bırakır Cedric'i. Hayat hep böyle mi lan? Günahı ne gencecik çocuğun . Hep öldürmek istedim o Christian'ı. Düzgün insanlar asla hakettikleri değeri alamaz işte. Cedric gibi aptal bir çizgifilmde bile!!Lanet olsun.
Beyaz ve İnce...
"Papatya Gibisin"...
Media Player'da randomda şarkı dinlemenin tehlikelerini anladım bu şarkı bir anda karşıma çıkınca.Ya anısı olan şarkılar tek tek seçilip silinmeli, ya da umursamayacak kadar dayanıklı olunmalı..İkisini de yapmadım, ikisini de yapamadım.Acı çekmekle yetiniyorum şu günlerde her anıyla onu yad ederek, o anları tekrar yaşayarak, tekrar aynı yollardan geçerek. Ama bir tek şeyden eminim ki, o yollara geri dönüş asla olmayacak, ne pahasına olursa olsun bir daha görmeyeceğim ve herkes yeni bi hayat kuracak kendine. Zor ama, imkansız değil. Bunu yapıcam, er ya da geç ya da zor...
Media Player'da randomda şarkı dinlemenin tehlikelerini anladım bu şarkı bir anda karşıma çıkınca.Ya anısı olan şarkılar tek tek seçilip silinmeli, ya da umursamayacak kadar dayanıklı olunmalı..İkisini de yapmadım, ikisini de yapamadım.Acı çekmekle yetiniyorum şu günlerde her anıyla onu yad ederek, o anları tekrar yaşayarak, tekrar aynı yollardan geçerek. Ama bir tek şeyden eminim ki, o yollara geri dönüş asla olmayacak, ne pahasına olursa olsun bir daha görmeyeceğim ve herkes yeni bi hayat kuracak kendine. Zor ama, imkansız değil. Bunu yapıcam, er ya da geç ya da zor...
Yazmak ve Varolmak

Yazmaktan nefret edip blog oluşturma sorunsalı olan insanlardanım,İnsanlardanım dedim ama, var mı böyle bir tane daha bilemiyorum açıkçası.Neden yazar ki insan, özellikle yazmaktan ve yazdıklarından nefret ederken. İçindekileri yazıya dökünce rahatlayacakmış gibi gelir, ama yazmak hiçbir şeye çözüm olmaz aslında. Hep özenmişimdir edebi cümleler kuran insanların yazılarına, hani cümlenin sonuna gelince başını unutursunuz, ama "vay be ne güzel yazmış" dersiniz. Hiç olamadım öyle.Okutamadım bile yazılarımı kimselere.
Bir onlara, bir de hayatı çok düzenli insanlara özenirim hep. Bilmiyorum, belki ikisi paralel şeylerdir ama benim olamadı işte. Düzensizlikten yazmak içindekileri atmaya çalışmakken, mutluyken yazmak huzurunu kağıda aktarmaktır, bu yüzden iyi yazarlar mutludurlar, ya da ben kötülüğüme bahaneler bulmaya çalışıyorum.
Edebiyat öğrencisiyim ama acı bir gerçektir ki berbat türkçe yazılar yazarım.İlk başta kendim yazmaya çekinip şiir copy paste ettim ama bir yerlerde kendimi aşmam gerektiğinin farkındayım artık. Diğer blogları hayranlıkla okurken orjinal konularına hayran kalırım,o kelimelerin nasıl döküldüğünü bir türlü anlayamam.İşte ben de anca nasıl yazamadığım hakkında yazabilirim.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)

